Edebiyat

Arkadaşlarla Sohbetler: Modern Bir Aşk Romanı

Arkadaşlarla Sohbetler, Sally Rooney’nin 2017’de yayımlanan ilk romanı. Romanla ilgili incelememiz sizlerle.

Kitapla ilgili kısaca şu bilgileri vererek başlamak istiyorum. İlk romanı olan Arkadaşlarla Sohbetler yayımlandığında, yazar henüz yirmi altı yaşındaymış. Ve romanın büyük bir kısmını, üç aylık bir süre içerisinde, Amerikan Edebiyatı yüksek lisansını tamamlarken yazmış.

Yazar, bu romanıyla “Sunday Times Yılın Genç Yazarı” ödülüne layık görülüyor ve hem eleştirmenler hem de okuyucular tarafından oldukça olumlu geri dönüşler alıyor. Arkadaşlarla Sohbetler, dilimize 2019’da Monokl Yayınları tarafından kazandırılıyor. Çevirisi ise Pınar Umman’a ait.

Yazarın dünya çapında çok sevilen romanı Normal İnsanlar gibi, Arkadaşlarla Sohbetler de diziye de uyarlandı; seyretmek isteyenler için belirteyim. Hem de Normal İnsanlar‘ın yapımcıları tarafından.

Sally Rooney, kendi jenerasyonunun sesi olmak gibi bir hedefi olmadığını, sadece kendi bildiği şeyi yazdığını birçok röportajında dile getiriyor. Ama çoğu okuru gibi ben de insan ilişkileri konusunda çok başarılı bir gözlemci olduğunu düşünüyorum. Ve ne yazsa okurum diyebileceğim bir anlatım tarzı var.

“Bu romanda beni ne bekliyor?” diye sorarsanız, modern ilişkilerin doğası ve milenyum problemleri olarak özetleyebilirim. Karmakarışık bir dünyada yaşayan kafası karışık genç insanların kurduğu biçimsiz ilişkiler… Ve eminim, kim olursanız olun kendinizden bir şeyler bulacaksınız. Gelin, bu genç insanların bitmek bilmeyen sohbetlerine ve karmaşık dünyalarına bakalım.

Arkadaşlarla Sohbetler – Romanın Konusu

Romanın üzerinden şöyle bir geçmem gerekirse; romanın anlatıcısı Frances, yirmi bir yaşında komünist bir şair. Eski sevgilisi ve hala en yakın arkadaşı olan Bobbi ile birlikte şiir gecelerinde sahne alıyorlar. Romanın başında da de yine bir şiir gecesindeler.

Bu şiir gecesinde, kendilerinden on yaş kadar büyük bir yazar ve fotoğrafçı olan Melissa ile tanışıyorlar. Melissa, Frances ve Bobbi’nin fotoğraflarını çekiyor ve onlarla ilgili prestijli bir dergiye tanıtım yazısı yazmak istiyor.

Şiir gecesinin ardından Melissa, onları evine davet ediyor. Böylece Melissa’nın aktör olan eşi Nick ile de tanışıyorlar. Frances, Bobbi, Melissa ve Nick, akşam yemekleri ve kitap lansmanlarında sık sık birlikte zaman geçirmeye başlıyorlar. Ve çok geçmeden, anlatıcı Frances ile Melissa’nın kocası Nick arasında yasak bir ilişki başlıyor.

Aslında bu romana bir aşk romanı diyebiliriz. Belki modern aşk romanı desek daha doğru olur.

Aşkla ilgili, ve birçok başka konuyla ilgili kesin yargılarımız var. Ama Sally Rooney hiçbir karakteri iyi veya kötü göstermeye çalışmadan, adeta karakterlerin nereye gideceklerini kendi de yazarken görmüş gibi. İnsanların ve dolayısıyla kurdukları ilişkilerin kolay kolay kalıplara sığdırılamayacak kadar karmaşık olduğunu gözler önüne seriyor Arkadaşlarla Sohbetler.

Bitmeyen Sohbetler

Yazar bir yandan insanlara ve ilişkilere dair güçlü gözlemler yaparken, bir yandan özellikle Bobbi ve Frances’in birçok konuda entelektüel tartışmalarını sunuyor bize. Zaten “sohbetler,” bir Sally Rooney geleneği haline geliyor sonraki romanlarında da.

Üç romanında da karakterlerin aşk, arkadaşlık ve kapitalizm gibi konularda diyaloglarını bolca görüyoruz. Modern dünyaya uygun şekilde bu tartışmaların bazıları yüz yüze oluyor, bazılarıysa e-mail yoluyla veya mesajlaşmayla.

Romanda kapitalizm eleştirisi olması elbette kaçınılmaz. Çünkü Bobbi ve Frances 2008’deki ekonomik çöküşü görmüş İrlanda’da yaşayan iki genç kadın; Rooney gibi. Rooney, kapitalizmi, kahrolsun kapitalizm demekten öteye giderek, onun çekiciliğinden de bahsederek eleştiriyor.

Örneğin, Frances bir komünist olduğunu söylese de Nick’in evine gittiğinde onun mutfağındaki pahalı kahve makinesini ve diğer birçok pahalı araç gereci gizliden gizliye seviyor (syf.70). Melissa, Bobbi ile Frances’i ilk kez evine davet ettiğinde Frances, Melissa’yla Nick’in evini ve hayatını adeta büyülenmiş şekilde inceliyor. Hayatımızın her alanını bu derece ele geçirmişken kapitalizmin nimetlerinden faydalanmayanımız var mı zaten?

Aşkla ilgili şu tartışmaları da oldukça ilginç (mesaj uygulaması üzerinden konuşuyorlar):

Bobbi: sevgiye insanlar arası bir olgu dışında bir şey olarak bakarsan

: ve toplumsal değerler sistemi olarak anlamaya çalışırsan

: hem eşitsizliğin bütün mantığını dikte eden bencillik belitine meydan okuyor

: ve bu yüzden kapitalizme bir antitez gibi

: hem de buna rağmen boyun eğdirici ve kolaylaştırıcı bir tarafı var

: örn. annelerin çocuklarını fedakâr bir şekilde ve herhangi bir kâr amacı gütmeyen yetiştirmesi

: bir açıdan piyasanın talepleriyle çelişiyor gibi

: ama aslında bildiğin bedavaya işçi temin etmeye yarıyor

ben: evet

: kapitalizm sevgi’yi kar emeline alet etmiş

: sevgi söylemsel pratik, ücretsiz emek de bunun sonucu

: dediğini anlıyorum ama bu şekilde düşünülen sevgiye karşıyım

Bobbi: bu dediğin bomboş, Frances

: bir şeylere karşı olduğunu söylemekten daha fazlasını yapman lazım (syf.154-155)

“Başkaları olmadan ‘sen’ diye bir şey yoktur*”

Bobbi, Frances ile şiir gecelerindeki performanslarından sonra erkekler onlarla konuşmaya çalıştığında, hiç oralı olmuyor. Dolayısıyla, Frances’e göre, “gülümseyen ve dinleyen kız” olma görevi Frances’e düşüyor.

Böylesi bir karakteri oynamaktan keyif alıyordum; anlatılanları hatırlayan güleç kız. Bobbi bana “gerçek bir kişiliğimin” olmadığını düşündüğünü söylemiş ama bunu bir iltifat olarak söylediğini eklemişti. Çoğunlukla bu tespitine katılıyordum. Bana, istediğim zaman istediğim şeyi yapabilir ya da söyleyebilirmişim gibi; sonrasında da, ha, demek ki ben böyle bir insanım, diye düşünürmüşüm gibi geliyordu. (syf.22)

Bir röportajında Sally Rooney “Başkaları olmadan ‘sen’ diye bir şey yoktur” diyordu (“There is no without others”). Aklıma burada o geldi. Bobbi ve Frances ikilisinin dinamiğinde, “Bobbi olmadan Frances” diye bir şey olamayacağından, belki de Frances’in daha sıcak ve insanlara cesaret veren biri olmasının nedeni Bobbi’nin lafını esirgemeyen ve sert yapısıdır. Daha doğrusu, bu ikilide, o rolü üstlenmesi gerekiyormuş gibi hissetmesinin nedeni budur.

Buna başka bir örnek olarak da Frances’in Nick’le yakınlaşmasını verebilirim. Melissa; Bobbi ve Frances’le tanıştığından beri hep Bobbi’ye daha yakın davranıyor. Şiirlerin yazarı Frances olmasına rağmen sanki onu görmüyor. Bunda, Bobby’nin kişiliğinin Frances’inkine göre daha “parlak” olmasının da etkisi var.

Ayrıca tanıştıkları andan itibaren aralarında bir çekim var ve Bobbi, Melissa’ya karşı hisler beslemeye başlıyor. Dolayısıyla Frances dışarıda kalıyor. Nick’le Frances’in de ilk sohbetleri, Frances’le Bobbi’nin, Melissa ve Nick’in evine akşam yemeğine davetli oldukları akşam oluyor. Çünkü aslında, Bobbi ve Melissa’nın neşeli sohbetlerinin dışında kalıyor ikisi.

Melissa’nın başarılarının ve güçlü duruşunun yanında, Nick pek de başarılı olamamış bir aktör. Hatta depresif nöbetleri olduğunu, bundan dolayı Melissa’nın onu küçümser bir tavırla idare ettiğini öğreniyoruz romanın ilerleyen sayfalarında.

Frances ve Bobbi dinamiğinde ayakları yere sağlam basan Bobbi. Melissa ve Nick dinamiğindeyse bu kişi Melissa, bu çok net. Bu da aslında Nick ve Frances’i birbirine ittiren bir güç haline geliyor. Böylelikle, bu dörtlüden herhangi bir ikilinin dinamiği, her zaman diğer üçüne bağlı şekilde değişiyor.

Frances ve Nick İlişkisi

Nick’e aşık olmasıyla birlikte, en güvendiği şey olan zekası, adeta Frances’i hayal kırıklığına uğratıyor. Çünkü Nick’le olan ilişkisini zekayla, mantıkla açıklayamıyor veya zekasıyla bu durumun içinden sıyrılmayı başaramıyor.

“Diğer kadın” olmak, sistemi bu kadar eleştiren bir genç kadın için pek de mantıklı bir seçenek değil gibi. Kapitalizmi eleştiriyor fakat Melissa’nın yaşadığı hayata, başarılarına, büyük güzel evine, ve en son da yakışıklı kocasına aşık oluyor.

Bunun yanı sıra, hayatında ilk birlikte olduğu erkeğin evli ve kendisinden on bir yaş büyük bir adam olması, onu hem ruhsal hem fiziksel olarak zorluyor. Frances Nick’ten, onun vermeye razı olduğundan fazla bir ilgi beklemeye hakkı olmadığı bir ilişkinin içinde.

Bunun farkında da olsa acı çekiyor. Çünkü Nick evli, ve de ilerleyen sayfalarda anlıyoruz ki eşini seviyor, ondan ayrılmak gibi bir düşüncesi yok. Melissa’nın da Nick’i bırakmak gibi bir düşüncesi yok zaten.

Nick’in bana yaptığını düşündüğüm yanlışlara, bana söylediği ya da ima ettiği gaddarca şeylere takılıyor, bu şekilde ondan nefret edebiliyor ve ona karşı olan hislerimin yoğunluğunu safi nefret olarak gerekçelendirebiliyordum. Ama bana karşı takındığı tavırdaki incitici olan tek şeyin, şefkatini geri çekmek olduğunun bilincindeydim ve bunu yapmaya yerden göğe kadar hakkı vardı. Diğer her açıdan nazik ve düşünceli davranmıştı. (syf.78)

Diğer yandan, bu ruhsal sancıların yanında bedensel sıkıntılar da baş gösteriyor. Frances, Nick’le birlikte olduktan sonra sistit oluyor ve bununla ilgili şöyle hissettiğini söylüyor:

Vücudum kötücül mikroplarla doluymuş ve iğrençmişim gibi hissediyordum. Nick’in benzer artçıl etkilerden muzdarip olmadığını biliyordum. Hiçbir denk tarafımız yoktu. Beni elindeki bir kağıt gibi buruşturup atmıştı. (syf.78)

Frances, Nick’e olan hisleri dolayısıyla kendini savunmasız hissediyorken, bir yandan bedeninde bir hastalık olarak bu rahatsızlık hissinin ortaya çıkması hem çok gerçekçi hem de sembolik gibi. “Bedenim bana kullanılmış ve değersiz geliyordu” diyor Frances; ruhunu da aynı şekilde hissettiğini anlamak mümkün.

Normal Olma Kaygısı

Frances’in kendisiyle ilgili karmaşalarını romanın birçok yerinde birçok farklı şekilde görüyoruz. Örneğin Frances, duygularına karşı kelimelerle ve zekasıyla bir duvar örmeye çalışıyor. “Öyle akıllı olacağım ki kimse beni anlamayacak” (85) diyor, Nick’le yaşadığı birliktelikten sonra kendini “boş bir ambalaj kağıdı” veya “yarısı yenip atılmış meyve” gibi hissettiği bir anda. Aslında zekası, onun her zaman sığındığı, kendini “normal” hatta diğer insanlardan üstün hissedebildiği bir alan.

Bir diğer yandan Frances’in aslında kendine bir yabancılaşması söz konusu olduğunu da söyleyebilirim. Frances, roman boyunca “normal” olduğunu hissetmediği zamanlarda bedenine dönebilmek için kendine zarar veriyor.

Sıkça yaşadığı şiddetli karın ağrılarından sonra rahminde bir sorun olduğunu öğrendiğinde; bundan dolayı çektiği ağrılarda, Nick’le konuşurken kendini bunalmış ya da kaygılı hissettiğinde kendine zarar verme eğilimleri oluyor.

Örneğin ilk büyük ağrısını çektiğinde, Nick’ten hamile kaldığını ve bebeği düşürdüğünü zannedecek kadar kanaması oluyor. Sonunda öyle olmadığını öğrenip eve dönüyor. Evde yalnız kalınca, kolunda bir delik açacak kadar sert bir şekilde kolunu çimdikliyor ve bunun arkasından “Hepsi bu. Ve bununla birlikte bitmişti. Her şey iyi olacaktı” diyor (syf.147).

Babasının evine gidip evi çöplerle dolu bulduğunda ve babasını bulamadığında, yine “kendi bedeninin güvenliğine döndüğünü hissetmek için” kendisine zarar verme ihtiyacı duyuyor. Buna roman boyunca sık sık rastlıyoruz.

Kısacası bu romanda gerçek hayattan dağınık insanları okuyoruz. Yer yer anlıyoruz onları, yer yer sinir oluyoruz. Ama günün sonunda, hiçbir karakteri kolayca bir kalıba sığdıramıyoruz; gerçek hayattaki gibi. Bu da yazarın bu konudaki ustalığını gösteriyor.

Sizi bilmem ama ben hayatın içinden şeyleri okumayı çok seviyorum. Eğer siz de bu tür romanları seviyorsanız, ve henüz yazarla tanışmadıysanız Arkadaşlarla Sohbetler‘i okuyarak Sally Rooney ile tanışmanızı kesinlikle öneririm.

Kaynaklar

Sally Rooney, Arkadaşlarla Sohbetler, çev. Pınar Umman, Monokl Yayınları, 2019.

https://www.newyorker.com/magazine/2017/07/31/a-new-kind-of-adultery-novel

Gizem Karabulak

Merhaba! Ben Gizem, 7 Şubat 1997 yılında İzmir'de doğdum. Ege Üniversitesinde Amerikan Kültürü ve Edebiyatı okudum. Freelance içerik yazarlığı yapıyorum. Amacım okumak, öğrenmek, öğrendiklerimi yazmak, yazdıklarımınsa hem öğretip hem keyif vermesi.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir