Sinema

The Patient: Zincirlerine Bağlı Kalmak

Son dönemlerde psikoloji temalı film ve diziler çok ön planda. Özellikle Dahmer, 2022 yılının sonunda ülkemizde ve dünyada fazlasıyla gündem oldu. Ne ki, The Patient Disney Plus’ta yayımlanmış ve biraz gölgede kalmış bir dizi. Bence pek hakkı verilmedi. Çünkü baya güzel detaylar ve psikolojik unsurlar içeriyor. 

Joel Fields ile Joe Weisberg’in elinden çıkmış psikolojik gerilim dizisi 30 Ağustos 2022’de başladı ve 25 Ekim’de sona erdi. Dizi on bölümden ortalama 30 dakikadan oluşmakta.

Oyuncu kadrosunda ise Steve Carell, Domhnall Gleeson ve Linda Emond gibi ünlü isimler var. Ki, Steve Carell’e ileride ayrı parantez açacağım. Bambaşka bir iş çıkarmış ve kendisine bir kez daha hayran kaldım bu diziyle.

Genelde tüm incelemelerimi spoiler vermeden yapıyorum. Bu sefer de vermeyeceğim ama bazı alıntılarda bulunup dizinin akışından bahsediyor olacağım. Yoksa yaptığım çıkarımları bir temele oturtmak çok zor olacak benim için. O halde buyurun…

The Patient Konusu

Genelde hep sosyapatların ve seri katillerin bilinç altına inen insanların konu olduğu yapımlar izleriz. Mesela Mindhunter en büyük örnek buna. Bu sefer bir seri katilin psikoloğunu kaçırıp kendini tedavi etmesi için çözüm aramasına tanıklık ediyoruz. 

Katilin normal bir hasta gibi terapiye gelip çok ünlü bir terapist olan Alan Strauss kaçırması; kendine yardım etmesi için bir evin alt katına saklaması ile çok hızlı başlıyor hikâye. Sonrasında ise biraz durağanlaşıyor ama son bölümlere doğru tempo tekrar artıyor.

Komedi ve Dram

the patient

Bu kadar ciddi bir filmde Steve Carell görmek ister istemez bazı sahnelerde gülmenize neden olabiliyor. Baştan söyleyeyim dizi asla komik değil. Fakat, Carell gibi mizahıyla ünlü birine psikolog rolü giydirmek cesur bir karar olmuş. Bölümleri izledikçe bu cesur kararın arkasındaki nedeni görebiliyorsunuz. 

Yorucu ve sert bir hikâyeyi Carell’in mimikleri ve davranışlarıyla az da olsa sempatik göstermeyi başarmışlar. Seyirci daha da uyanık kalabiliyor böylece. İster istemez, özellikle ilk bölümlerde bir gülümseme oluyor yüzünüzde.

Hele daha ilk bölümün ilk dakikalarında “Help” diye bağırması “The Office” teki bazı anlamsız haykırış sahnelerini anımsattı bana. Her halükarda şunu söylemem gerekiyor: Komedi ile özlemiş Steve Carell gibi bir ismi dram ve psikoloji içerisinde sert rollerde görmek inanılmaz bir deneyimdi.

Mükemmel iyi bir iş başarmış kendisi. Ki bunu “After Life” deki rolüyle, Carell’in de yakın dostu olan; The Office’te birlikte çalıştıkları Ricky Gervais’in oyunculuğunda da görmüştüm. O da bu dizide aşırı dramatik bir rolün içerisindeydi.

Ayrıca Jim Carrey’nin “Kidding” dizisinde üstlendiği rolün psikolojisi sayesinde benim kendisine tekrar hayran kaldığım, oyunculuk döktüren bir başka “komedyendir”. Belki de bu isimler yaşlandıktan sonra yıllarca güldürmenin getirdiği bir yükle içlerine sakladıkları dram dolu duygu birikimlerini bu tarz rollerde dışa vuruyorlardır. Ya da sadece çok iyi oyunculardır.

Bu iki diziyi de tavsiye etmekle birlikte; The Patient dizisinde Carell’in (Alan) kendi iç çatışmalarını gözlemleyip hastalarına bakış açılarını izlemek çok keyifliydi. 

Peki bir psikopat katilin kendini tedavi etmeye çalışması için psikolojik yardım alması ne kadar doğru? Bu insanların yani sosyapatların iyileşmeleri mümkün mü? 

Zincirlerinden Kopmak 

the patient

Katil terapisti kaçırdıktan sonra ona başlarda çok iyi davranıyor. Terapistin zihninde ise bir süre sonra onun tutsaklığından kurtulmak için anlık saldırı ve katil olma planları geçiyor. Aslında her ikisi de kurtulmayı deniyorlar tutsak oldukları bu durumdan. Biri fiziksel, diğeri zihinsel.

Bu aslında sezona yayılan ana konsept. Terapist durumu kabullendikten sonra birini öldürmeyi ihtiyaç olarak gören katili iyileştirmek için kolları sıvıyor. Yine de tutsak olmanın getirdiği hisle karşısındaki kişiye içten içe kin ve nefret besliyor ve anlık olarak onu öldürme dürtüsü gelip gidiyor.

The Patient‘in ilerleyen bölümlerinde aslında terapistimizin sadece o anki durumdaki zincirlerine bağlı olduğunu değil zihninde de aşamadığı kırıp parçalayamadığı düğümler olduğunu izliyoruz. Bu tutsak oluş onu yıllardır içinde olduğu o düğümlerin kırılması için bir anahtar oluyor.

Akış neredeyse tek bir mekanda geçiyor. Bu bazıları için katlanılmaz olabilir ama benim gibi depresif durumları bir alana sıkıştıran çekimleri seviyorsanız aldırış etmezsiniz. Sizi fazla yormaz bu durum, ki arada flashbackler’de farklı ortamlar izliyoruz.

Katilin içinde bulunduğu “insan öldürme” durumundan gerçekten kurtulmak istediğini tam olarak anlamıyorsunuz. Kendine yalan mı söylüyor, yoksa cidden uğraşıyor mu? Emin olamıyorsunuz bir türlü. Ta ki son bölümlere kadar… Bu ikilemi oyunculuk sayesinde çok iyi başarmışlar.

Biri başı veya boğazı ağrıdığında ilaç almayı doktora gitmeyi düşünür, ona çare olacağına inanır. Ama kimse doktorunu çalıp evine zincirlemez. 

İşte zihni hastalıklı biri zincirlendiği bu adam öldürme dürtüsünden “sözde” kurtulmak için terapistini kaçırıyor. Ne ki, kafayı iyileştirmek uzun bir süreç ve yaraların sızıları da geçmişteki anılarda gizli. Peki, geçmişin izlerini çabucak iyileştirmek kolay mı? 

Ufak Bir Hata

Bu hasta (katil) için birini öldürmek ona ders vermek demek. Adamın öyle bir bakış açısı var ki, bunun babasından ve ona davranışından kaynaklı olduğunu anlıyoruz zamanla. Ama hiçbir sorun tek başına böyle ele alınmadığını biliyor terapist.

Tek bir nokta üzerinden ilerlemiyor, her konuşmada hastanın zihnin de farklı yerleri arıyor. Bir insan bu katile çok ufak bir hata bile yapsa; mesela kaba davranmak, bağırmak gibi, tüm hayatını o ana kapayıp ona ders vermek üzerine hayal kurmaya başlıyor.

Başkası için belki ufak veya gündelik bir hata; gerçekten kaba davrandığının farkına varıp özür dileyerek unutulabilecek bir durum, katil için ölüme davetiye anlamına geliyor. Bu da bana ister istemez kendi yaşadıklarımı hatırlattı.

Gerçekten etrafımızda birine karşı yanlışlıkla bile olsa yapabileceğiniz ufak bir hata onda daha büyük izlenimler hatta travmalar bırakabilir mi? Peki, bu durum bizimle alakalı mı olur? Yoksa karşı tarafla mı?

Başkası İçin Korkmak 

the patient

Başka birinin tehlikede olduğunu anladıktan sonra buna neden olan kişi ile sohbetlerin daha da anlamsızlaşır. Bir terapist için ise bu durum daha acınası olsa gerek. Çünkü hasta olarak gördüğü kişiyi iyileştirememeyi bırak, başka birinin canına katledebilecek olmasını izlemek korkutucu bir durum. 

Ve The Patient dizisinde belki de en heyecan verici anlardan biri terapistinin “bir şey yapamadan önce benimle konuş” öğütün dinleyen katilin öldüreceği kişiyi terapistin bulunduğu yere getirmesi ile başlıyor. Çünkü o andan itibaren ellerini yıkayıp açık beyin ameliyatına girecekmiş gibi bir ruh haline bürünüyor terapistimiz. 

Söyleyecekleri ve anlatacaklarının her anında yan odada bulunan kişinin hayatına mal olabileceğinin farkında. Burada bulduğu çözümse aslında hayatında sorunlar yaşayan kişilere verilebilecek ufak bir tavsiye oluyor: Sorunlarından uzaklaşmak için farklı deneyimler yaşamaya çalışmak.

Zaman ve hatta küçük günlük deneyimler. İnsanların ruh hallerini değiştirebilir.

Belki de bu pek çok kişinin gizliden gizliye yaptığı bir şey. Evde, iş yerinde, okulda veya eşiyle, patronuyla sorun yaşayanlar bu sorunlarını az da olsa unutmak ve onlara/kendilerine zihinsel veya fiziksel zarar vermemek adına farklı deneyimler yaşıyorlar.

Spor, müzik, resim, oyun, gezmek gibi. Hobi olarak gördüğümüz şeyler hayata bağlı kalmak, sorunlarımızdan uzaklaşmak veya “katil” olmamak için sığındığımız çözümler olabilirler mi?

Diğer kaçırılan adamla terapistin konuşması aslında adamın ne kadar zorluk çektiğini ve hayatının üzücü noktaları olduğunu anlamamızı sağlıyor. Ama onu kaçıran sosyapatın empatiye dair en ufak bir belirtisi olamaması aslında hastalığının geri dönüşü zor olacak olan kanıtını tekrar gözler önüne sürüyor. 

Empati

the patient

Beni en çok korkutan şeylerden biri de katilin elini kolunu sallaya sallaya ortalıkta dolaşması oldu. Adamın baya normal bir hayatı var. İşe gidiyor, güler yüzlü, sıcakkanlı davranıyor herkese. Pek çok insanın sorunları olduğunun farkındayım. Fakat gerçekten böyle sosyapatlatın etrafımızda olabilecek olması düşüncesi insanı endişe ettiriyor.

Belki de en çarpıcı sahnelerden biri; katilin öldüreceği, kendi halinde ve zor bir hayatı olan kurbanı ile yüzleşmeye ve üçlü terapi yapmaya çalıştıkları andı. Orada katilin asla dinlemediği, kendi ne isterse yaptığını ve hastalıklı zihnini iyileştirmenin bir yolu olmadığını gözlemledim. 

Terapistimiz hiçbir şeyin yolunda gitmediğini ve yaptıklarının boşa çıktığını görünce farklı bir çözüm yolu aramak için yine içine dönüyor. Çünkü ne denediyse boşa çıkıyor.

Alan, katilin içerisinde az da olsa bir vicdanı olduğunu düşünüyor. Bu vicdan kırıntısından hareketle bomboş bir sayfa olan empati duygusunu uyandırabileceğini inanıyor. Yine de bunu başarmak çok zor.

Çünkü terapist kendi dünyasında ve yaşadıklarını düşündüğünde; var olduğu nokta onu daha da geriye, zihninin içinde gizlediği korku dolu hapishaneye itiyor. Kendi parmaklıklarını çözmeden başkasının kilidini açmaya çalışmak ne kadar mümkün? 

Alan, kendi içinde empati duygusunu ailevi ilişkilerindeki durumları göze alarak düşündüğünde yaşadığı onca şeyden sonra aslında hem kendine hem eşine hem de çocuklarına haksızlık ettiğini ve bazı noktalarda empati kurmaktan uzaklaştığın fark ediyor.

Zaman geçtikçe kendi ile yüzleşmesini de izliyoruz. Terapistimizin kendi ailevi ve çocuğuyla olan bazı sıkıntılarını; anlayamama, empati kuramama durumunu bu kaçırılma üzerinden okuması biraz olsun gözlerimi doldurdu. 

Hor Görülme Duygusu

Katillere dair çok şey izledik. The Patient‘i açtığımda da yine bu tarz, kan, cinayet, öfke gibi bir şey bekliyordum. Ne ki, dizinin son bölümlerinde aile ilişkileri ve psikolojisini Steve Carell’in şahane oyunculuğu ile izlemek beni asıl diziyi bağlayan şey oldu.

Ebeveynlerimiz genellikle bizlerden onlar gibi olmamızı beklerler. Ama çocukları büyüdükçe ve kendilerine göre yanlış gelen kararlar verdikçe onları hor görüp aşağılamaya başlarlar. Anlayışlı olup saygı duymak; yorumlamamak ve sadece çocuğun olduğu için karşındaki kişi kabul edememek zor gelir.

Bunu Alan da fark ediyor, o terk edilmiş odada. Hatta tüyleri diken diken eden bir cümle ediyor bu anlatı üzerinden. 

Kendi oğluma göstermediğim şefkat ve anlayışı bir seri katile gösterdim.

İnanın bir noktadan sonra katilin hikâyesinden çok, sizi Alanın yaşadıklarına çekiyor The Patient. Şunu söylemem gerekiyor ki Sam (katil) ve Alanın anlatısını izlemek oldukça keyifliydi. Üstelik sonun da beklenmedik şekilde bittiğini söyleyeyim. Umarım izleme fırsatı bulursunuz. Sonrasında dizi hakkındaki yorumlarınızı bekliyorum. Ya da The Patient izlediyseniz, hislerinizi paylaşmaktan çekinmeyin.

Emre Turan

Merhaba! Az yiyen, çok okuyan ve yazmaya iştahı tükenmeyen bir gastronomi uzmanıyım. 1998 doğumluyum. Gastronomi üzerine lisans eğitimimi 2020 yılında tamamladım. 2022 yılında ise yüksek lisans eğitimime başladım. Yıllarca Türkiye'nin önde gelen tarif/içerik sitelerinden birinde food editorlük başta olmak üzere; yemek stilistliği, yemek fotoğrafçılığı, şef asistanlığı gibi farklı işlerle uğraşıp ekibe destek verdim. Ayrıca son yıllarda gastronomiye dair iki romanla uğraşıyorum. Tabaklarda ve yemeklerde süs sevmediğim gibi cümlelerimi de süsten uzak, dengeli bir şekilde kullanmayı tercih ediyorum.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir