Sinema

Dünyanın En Kötü İnsanı: Zamanının Çocukları

Dünyanın En Kötü İnsanı (The Worst Person in the World) hakkındaki incelememiz sizlerle.

Dünyanın En Kötü İnsanı, Joachim Trier’in 2006’da Reprise ile başlayan, daha sonra Oslo 31 Ağustos ile devam eden üçlemesinin son filmi. Film, Cannes Film Festivali’nde Ana Yarışma ile başlayan yolculuğunda En İyi Kadın Oyuncu ödülünü kazandı. Daha sonra 94. Akademi Ödülleri’nde En İyi Uluslararası Uzun Metraj Film ve En İyi Senaryo dallarında aday oldu. Yapım; 12 bölüm, 1 prolog, 1 epilogdan oluşuyor. Benim son zamanlarda izlediğim en iyi filmlerden biri olan bu filmi gelin etraflıca irdeleyelim.

Y Kuşağı: Anksiyete Kuşağı

Y kuşağı, diğer ismiyle Milenyumlar, X kuşağından sonra gelen ve internetin doğuşuna şahit olan kuşaktır. Y kuşağı genel olarak dünyada anksiyete kuşağı olarak bilinmekte. Aynı zamanda X kuşağına göre daha değişken ve günübirlik işlerle uğraşma oranı daha fazladır.

Filmde de başroldeki karakter olan Julie, 29 yaşından 30 yaşına basmak üzere. Kendi 30 yaşının, annesinin onun 30 yaşındaki halinin, hatta kadın ömrünün 35 yıl olduğu zamanlarda yaşayan büyük büyükannesinin 30 yaşını karşılaştırarak bize de kuşak geçirgenliğine dair güzel bir söz söylemiş oluyor.

Başrolde izlediğimiz Julie karakterini filmin başında tıp eğitimi alırken görüyoruz. Daha sonra istediği şeyin bu olmadığına karar veriyor. Psikoloji eğitimi almaya başlıyor. Sonrasında bununla da mutlu olamayacağını fark edip fotoğrafçılık eğitimi almaya karar veriyor. Yani Y Kuşağı’nın fazlaca eleştirildiği; daldan dala atlayan, maymun iştahlı tarafından nasibini aldığını bize göstermiş oluyor.

Julie, kendini arayan ve hayattaki konumu konusunda büyük bir arayışı olan bir karakter. Bu sadece kariyeri için geçerli olan bir kararsızlık değil. Aynı zamanda ikili ilişkilerinde de aynı kararsızlığı gösteriyor. Filmin odaklandığı noktalardan biri de bu kararsızlık ve kendini bulma hali. Julie karakteri 29 yaşından 30 yaşına girerken hayatındaki bu belirsizlikleri de yerine oturtmaya çalışıyor.

*** Yazının bundan sonrası izlemeyenler için tat kaçırıcı detaylar içermekte. ***

İlişkiler

dünyanın en kötü insanı

Julie’nin fotoğrafçılığa karar verdikten sonra yavaş yavaş sanat ortamlarına girmesi ile tanıştığı Aksel karakteri (Diğer üçleme filmlerinden de tanıdık olduğumuz Anders Danielsen Lie) ile ilişkiye başlar. Aksel yaş olarak Julie’den 15 yaş büyüktür. Çizgi roman yazarıdır. Artık ilişkilerinden beklentilerini bir sonraki seviyeye geçirmiş ve aile kurmak, çocuk sahibi olmak istiyordur. Julie ile ilişkilerinden farklı beklentileri vardır. Julie, Aksel ile ilişkisinde çokça kendini yetersiz hissettiği anlarla boğuşur. Aksel entelektüel olarak dolu biridir. Aynı zamanda da ünlü bir çizgi roman yazarı olduğu için Julie, Aksel ile ilişkisinde onun gölgesinde kalacağını hisseder. Bu yüzden de daha kendi yaşlarında biriyle beraber olmaya doğru kayar.

Julie’nin kendi yaş grubunda biriyle tanışıp eğlendiği akşamdan sonra Aksel ile olan ilişkisinden de uzaklaştığını görürüz. Julie’nin kararsızlığının hayatının her anına sindiği aslında buralarda da gözümüze çarpar. Kendisi de bu durumu “Ben altı ayda bir çökerim.” cümlesi ile güzel bir şekilde vurgular.

Eivind ile yaşadığı ilişkide çok iyi bir şekilde başlasa da onunla olan ilişkisinde de benzer bir tıkanma ile karşılaşıyor. Eivind, Aksel ile karşılaştırıldığında çok farklı bir karakter yapısına sahip olsa da Julie bir süre sonra entelektüel olarak Eivind’i yetersiz bulduğunu ona hissettiriyor. Onunla olan ilişkisinde de benzer bir çıkışsızlık içinde kalıyor.

Sinemada genel olarak ilişkiler konusunda kararsız olarak çizilen kadın karakterlerde belli başlı sorunların altı çizilir.

Örneğin, “bağlanma sorunu” ya da “özgür” bir hayat çizme isteği gibi belli başlı özellikler karakterlere yıkılır. Julie’yi bu kadar başarılı bir karakter yapan şeylerden biri de ilişki konusunda sadece arayışta olması. Aynı zamanda filmin başında Aksel’in arkadaşlarıyla olan buluşmalarında eğer Aksel ile devam ederse ve çocuk yaparsa nasıl bir hayat yaşayabileceğini görüyor. Eivind’in son sahnede karısı ve bebeğiyle gördüğünde, onunla yaşayabileceği bir hayatın ihtimalini görüyor. Aslında o iki hayata da o an için hazır olmadığını seyirciye hissettiriyor.

Filmin bir diğer başarısı da senaryoda çok iyi bir ayrılık ve tanışma hikâyesi yazılmış olması. Julie’nin Aksel ile ayrıldığı sahne ile Eivind ile tanıştığı sahne kusursuz biçimde yazılmış. İki sahnenin de seyir zevki çok yüksek ve akıllardan silinmeyecek bir duygu bırakıyor.

Tüm Yollar Sana Çıkıyor: Freud

Psikanalizde id, ego ve süper ego, insan zihninde etkileşime giren üç katman kümesidir. Bu üç katman, bir kişinin zihinsel yaşamının faaliyetlerini ve etkileşimlerini tanımlayan teorik yapılardır. Psişenin ego psikolojisi modelinde id, koordine edilmemiş, zevk temelli içgüdüsel arzular kümesidir. Temel ve en ilkel benliktir. Ana kaynağı cinsellik ve açlık gibi ihtiyaçların en bencilce doyurulmasıdır. Süper ego, eleştirel ve moral verici rolü oynar. Ego, idin içgüdüsel arzuları ile eleştirel süper egonun arasında aracılık eden gerçekçi bir katmandır.

Bu normlardan bakıldığında; Aksel, Julie ve Eivind üçlüsünün Freud’un süper ego, ego ve id’ine uyduğunu görüyoruz. Süper ego olarak Aksel’i görebilirken, id olarak Eivind’i görebiliyoruz. Ego olarak da Julie’yi görebiliriz. Dünyanın En Kötü İnsanı, bu okumalara aslında Julie ağzından cevap veriyor.

Aksel, Julie’ye babasıyla yaşayamadığı yüzleşmeyi kendi ile yaşadığı konusunda eleştiriyor. Burada da Freudyen bir bakış var. Aksel Julie’nin babasıyla yaşadığı sorunları baz alarak, babasından alamadığı sevgi ve şefkati kendisiyle tatmin ettiği varsayımını yapıyor. Buna karşılık Julie de her şeyi tanımlamak, irdelemek zorunda olmadığımızı, bazı şeylerin tanımlanmadan his olarak kalması gerektiğini söylüyor. Bu cümle filmin okumasında ister istemez psikanalize yönelmemize de bir cevap gibi.

İhtimallerin Heyecanı

the worst person in the world

Filmin kişisel anlamda bana en iyi gelen yanlarından biri, Julie karakterinin cesareti. Hayatı yaşamak konusunda çekingen değil. Tam tersi, kendini güvenli bulduğu bir limana atmak yerine içinden gelen neyse onu yapıyor. Hayatı layıkıyla yaşamaya çalışıyor. Bunu bir uğraş olarak da değil, içinden o şekilde geldiği için yapıyor.

Julie tıp eğitimini ya da psikoloji eğitimini ya da fotoğrafçılığı yarım bıraksa da aslında o yarım bıraktığı her şey, onu kendisi olma yoluna biraz daha yakınlaştırıyor. Biz sadece karar verip sonuna götürdüğümüz şeyler değiliz. Verdiğimiz yanlış kararların, yarım kalmış kariyerlerin, yarım kalmış ilişkilerin bütünüyüz. Julie’yi de filmin sonundaki surat ifadesinden bize geçen dinginliğe götüren şey tüm bu yarım kalmışlıkları.

Julie’yi bir şeyler yazarken, aynı zamanda da kitapçıda çalışırken görüyoruz. Normal bir romantik komedi filminde çok fazla karşımıza çıkan karakterin filmin sonunda bir romancıya dönüştüğü gibi klişelerden uzak bir tonu var. Bir diğer klişe bozan yanı da romantik komedilerin olmazsa olmazı yakın, akıl veren kız ya da erkek arkadaş gibi bir yan karakteri olmayışı. Julie’nin hayatında sevgilisi olan kişilerin arkadaşları dışında çok da fazla arkadaş görmüyoruz. Daha çok annesiyle olan ilişkisini görüyoruz.

Bizim Büyük Çaresizliğimiz: Zaman

dünyanın en kötü insanı

Joachim Trier’in filmlerinde genellikle zaman ve melankoli bağını sıkça görürüz. Zamanın insanların üzerinde yarattığı etki ve duygusal olarak geriye bakma halini karakterleri üzerinde iyi bir şekilde kuruyor. Bu melankoli halini en iyi Aksel karakterinin filmin sonundaki konuşmalarında görüyoruz. Y Kuşağı’na bakan bir film olarak görülse de yönetmenin Aksel üzerinden kendi kuşağından da bir bakış sağladığını da fark ediyoruz. Aksel’in kendini başka bir kuşağa ait hissetmesi, kendi büyüdüğü zamanın geçmiş olduğunu artık farklı bir dünyada yaşadığını söylemesi bize onun zamana karşı bakışını irdeletiyor.

Aksel kendi zamanına göre ofansif bir çizgi roman karakteri yaratmış olsa da o karakter günümüzde, günümüz normlarından uzak ve cinsiyetçi bir hale geliyor. Aksel de günümüzün olmazsa olmazlarından biri haline gelen “cancel kültüründen” de nasibini alıyor. Çağırıldığı bir radyo programında yarattığı karakter üzerinden cinsiyetçilikle ilgili sorular karşısında kendini kötü bir pozisyonun içerisinde buluyor. Aksel de bir nevi Trier’in ağzından sanat eseri içerisinde yaratılan karakterlerin her zaman sevilmek için yaratılmadığının altını çiziyor. Aksel’in sunuculara karşı olan tavrı günümüzdeki politik doğruculuğun ne denli uzağında olduğunu gösteriyor.

Julie’nin de zamanla olan ilişkisini en etkileyici şekilde gösteren sahne, filmin en meşhur sahnesi olan zamanın durduğu sahne. Julie önemli bir karar alacağı zaman kendisi hariç her şeyin ve herkesin durduğunu görüyoruz. Julie’nin suratındaki mutlu ifadeden aslında karar vermeye dahi zamanının olmadığı bir koşuşturmanın içinde olduğunu anlıyoruz. Tüm o zamanın durduğu sahne içerisinde aslında bir diğer önemli olan da kendi dışındaki her şeyin ve herkesin susması. Sadece Julie’nin ve Oslo’nun konuşması.

Sanatın, zaman ve ölüm üzerinde durdurucu bir etkisi olduğu söylenir. Eğer ki geleceğe kalacak bir sanat yapıtı bıraktıysanız artık ölümden korkmanıza gerek yoktur. Çünkü artık ölümsüzsünüzdür. Aksel ölüme bu denli yaklaşmışken aslında tüm bunların, yarattıklarının ve sanatın ölüm karşısındaki korkusunu geçirmediğini görüyor. Zamana karşı ve onun durdurulamazlığına karşı olan çaresizliğini hiçbir şeyin geçirmediğini bize anlatıyor.

Bir Diğer Başrol: Oslo

Reprise, Oslo 31 August, The Worst Person in the World’ü içeren Oslo üçlemesinin başrolünde şüphesiz ki Oslo var. Şehrin içerisinde belli şekillerde kendine yer bulan karakterleri arka planda hep şehir içerisinde izlemeye devam ediyoruz.

Dünyanın En Kötü İnsanı için konuşacak olursak, şehir filmlerinde genellikle büyük ve seyircinin gözünden kaçmaması için uğraşılan şehir sahneleri vardır. Özellikle Türkiye Sineması için konuşacak olursak İstanbul filmlerinde bunu net bir şekilde görmek mümkün. Fakat bu film için Trier’in seçimi daha farklı oluyor. Oslo, arka planda genellikle karakterlere sahip çıkan ve alan açan bir yanı ile seyirciye sunuluyor.

Meşhur zamanın durma sahnesinde ya da partide tanıştığı Eivind’in kendi kitapçısına geldiği sahnede Oslo’nun Julie’ye kucak açan tarafını görüyoruz. Aksel’in büyüdüğü ev üzerinden nostalji yaşadığı sahne ile ya da Eivind’in en utandırıcı anısının kimsenin beğenmediği o köprüyü beğenmek olduğunu söylemesi ile diğer tüm karakterlerin de şehirle olan bağlarını keşfediyoruz.

Bizim gibi, çok değişen şehirlerin içinde yaşayan insanların belki de çok fazla yaşayamadığı eskime halini Oslo kendi insanlarına yaşatıyor. Bununla beraber de bir nostalji hissi kurulabiliyor. Trier, seyirci gözüne sokmadan bir şehir anlatısı kurmanın güzelliğini bize göstermiş oluyor.

Erkek Bakış Açısı mı?

Dünyanın En Kötü İnsanı anlatım dili olarak Frances Ha, Ladybird gibi kendi arayan kadın hikâyelerine benzetilebilir. Onlardan farkı ise erkek bir yönetmen ve senarist tarafından yazılmış olması. Julie erkek bakışından yazılmış bir karakter. Özellikle filmin sonlarına doğru Aksel karakterinin içini dökmesiyle seyirci olarak Aksel ile iyi bir empati kurabiliyoruz.

Julie’nin karanlıkta kalan yanları Aksel’de daha iyi aydınlanmış oluyor. Bunun nedeninin Aksel’in hastalığından kaynaklı kendine karşı dürüst oluşu desek de belki de diğer neden erkek bakışından kadınların karanlıkta kalan yanlarıdır. Tüm bunlara rağmen sığ bir bakışla yazılmış bir kadın karakter görmüyoruz.

Dünyan En Kötü İnsanı, her haliyle çok iyi yazılmış ve yönetilmiş bir film. En büyük alkışı da başrolü oynayan Renate Reinsve hak ediyor. Muhteşem bir oyunculuk ile izleyenleri mest ediyor. Biz de Joachim Trier’in bir sonraki işini merakla beklemeye devam ediyoruz.

Tuğçe Kozak Arman

Merhaba, ben Tuğçe Kozak Arman. Mühendislik eğitimimi tamamladıktan sonra, gönül verdiğim sinema eğitimimi almak için Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’ne başladım. Hali hazırda eğitimime devam ediyorum. Aynı zamanda okuduğum kitaplarla ilgili sohbet ettiğim bir YouTube kanalım var. Onun dışında da çeşitli projelerde senaryo yazarlığı yapıyorum ve yayına hazırladığım kitabım var. Sinemadan bahsedecek olursak, benim de yolumu ustalar çizdi. Alfred Hitchcock, Kubrick ve Kieslowski favori yönetmenlerim. Favori filmim ise yıllardır hiç değişmedi. O da Hitchcock’un Psycho’su. Yıllardır kusursuzluğunu kaybetmeyen bir film.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir