Edebiyat

Ev: İnsanın Aidiyet Arayışı

Ev, Nermin Yıldırım’ın 2020 yılında Hep Kitap tarafından yayımlanan, en son çıkan romanı. Kitapta olaylar son sayfalara kadar çözülmeye devam ediyor. O yüzden sürprizleri bozmamaya gayret ederek kitabın bana düşündürdüklerini paylaşmak istiyorum.

Tek heceyle ağızdan çıkan, iki harften oluşan kısacık bir kelime. Ama içinde sınırsız anlam barındırıyor. Ev, hepimiz için bambaşka bir şey. Belki dört duvardan oluşan bir ev gerçekten, büyürken içinde hayata köklerimizi saldığımız. Ya da belki bir mevsim. Belki çocukken arkadaşlarımızla saklambaç oynadığımız sokak. Belki de bir insan. Böylesine geniş bir kavram, hayata tutunabildiğimiz yerde anlamından bir şey kaybetmeden küçülüp tek bir şeye sığabiliyor. Aynı zamanda ev, sanat alanında karşımıza sıklıkla karşımıza çıkan imgelerden biri.

Peki, “ev” deyince sizin zihninizde nasıl bir resim canlanıyor? Bu kelime sizi nereye götürüyor?

Nermin Yıldırım Kimdir?

nermin yıldırım

Yazardan kısaca bahsedeyim bilmeyenler için. Nermin Yıldırım 1980 yılında Bursa’da doğmuş. Anadolu Üniversitesi İletişim Bilimleri fakültesinden mezun olduktan sonra çeşitli gazete ve dergilerde çalışmış. Kendisi hem Barselona’da hem İstanbul’da yaşıyor.

Şu ana kadar yayımlanmış yedi romanı var:

  • Unutma Beni Apartmanı (2011, Doğan Kitap)
  • Rüyalar Anlatılmaz (2012, Doğan Kitap)
  • Saklı Bahçeler Haritası (2013, Doğan Kitap)
  • Unutma Dersleri (2015, Doğan Kitap)
  • Dokunmadan (2017, Hep Kitap)
  • Misafir (2018, Hep Kitap)
  • Ev (2020, Hep Kitap)

Yazar, Ev ile 2021 Duygu Asena roman ödülünün sahibi olmuş.

Nermin Yıldırım’ın kelimelere olan düşkünlüğünü ilk sayfadan anlıyorsunuz. Zengin kelime bilgisiyle, doyurucu ama akıcılığından da bir şey kaybetmeyen bir dille yazıyor. Kitap uzun olmasına rağmen bir çırpıda bitiyor. Daha önce yazarın Saklı Bahçeler Haritası (2013) romanını bir gecede bitirmiştim. Ev de aynı şekilde oldukça sürükleyici, bir o kadar da etkileyiciydi.

Çok insanca, çok tanıdık hisleri araştırıyor Nermin Yıldırım. Roman boyunca ben de Seher’le birlikte kendi evimi aradım. O ev hissine en yaklaştığım anlara gittim zihnimde. Seher’le birlikte ben de kendimle yüzleştim. Bence kitabın en güçlü tarafı da bu. Okuru da karakterleriyle birlikte kendi içine doğru bir yolculuğa çıkarıyor.

Evsiz Yurtsuz Bir Kadın

Seher isimli anlatıcımız, çocukluk yılları boyunca evden eve gezmiş bir kadın. Annesi onu iki aylık bir bebekken bırakmış. Babası İsveç’te kendine bir hayat kurmuş. İkisiyle de sağlıklı bir ilişkisi yok dolayısıyla. Dedesiyle yaşarken, onun ölümü sonrası akraba evleri arasındaki yolculuğu başlıyor. Dedesinin evinden halasına, oradan amcasına, o evden bu eve gönderilip duruyor. Fakat hiçbir yere ev diyemiyor, ait olamıyor. Çünkü kökleri ev dediği yerden, dedesinin evinden, o şehirden, çocukluk aşkı Ali’den zorla sökülmüş. Bir daha da köklenmesi mümkün olmamış. O yüzden artık gittiği her yerde bir yabancı, bir misafir.

Sadece adresimi değiştirmemişti dedemin kaybı. Bir evin ferdi olma hissimi de sonsuza dek elimden almıştı. O konak benim ilk ve son evim, ne kadar çabalasam da dönemeyeceğim İthakamdı. Sonrasında, başımı kaç çatının altına sokarsam sokayım, gittiğim yerlerde nasıl el üstünde tutulursam tutulayım, bir ömür yakamı bırakmayacak evsizlik duygusu da hep peşim sıra geldi. (Syf.14)

Bu yurtsuzlukla birlikte ciddi bir kimlik karmaşası da yaşıyor tabii. Her ev değiştirdiğinde hobileri bile değişiyor mesela. Bir akrabasının evinde Kuran kursuna gönderilirken, diğer evde dövüş sanatları kursuna gönderiliyor. Her gittiği evde, o evin bir öncekinden bambaşka kurallarına alışmak zorunda kalıyor. Yeni bir şehirde, yabancı yüzlerle dolu yeni bir okulda kendini sevdirme kaygısı duyuyor. Artık bir yetişkin olup kendine evine çıktığında bile, bütün kolilerini açıp yerleşmiyor. Çünkü “nasılsa burada da kalıcı olamayacağım” düşüncesi var bilinçaltında. Her an gitmesi gerekecekmiş gibi, bir eli kapı kolunda devam ediyor hayatına.

“Ev” Nedir?

Nermin Yıldırım ev

Öyle ya da böyle hepimiz hayatımız boyunca bir ev ararız. Bir apartman dairesine taşınırız, temizlik yapıp halıları sereriz. Sonra bir Türk kahvesi yapıp eserimize bakarak içeriz. Şimdi eve benzedi, deriz. Peki, ev nedir ki bir yer eve benzesin?

Sanırım ev, anne karnındaki “tam” olma haline en yaklaştığımız an. Hani henüz bir kimliği olmadığı için eksiklikleri de olmayan, annenin bir uzantısı olduğumuz hal var ya. Henüz dünyayla tanışmamış, anneden koparılmamışız. Dünyaya bir kere düştükten sonraysa o tam olma halini arar dururuz.

Belki de dünyanın hiçbir köşesinde anne karnı kadar güvenilir bir ev bulmak mümkün olmadığından, çoğu zaman kendimizi ait hissetmeyiz bulunduğumuz yerlere. Ait hissetmek için her şeyi yaparız, yine de bir şeylerin eksikliğini duyarız. Ama bazı anlar vardır ki bizi o hisse çok yaklaştırır.

Mesela Seher’in yolculuğu sırasında tanıştığı, Ogo’nun arkadaşı Yakup, ıslıkla bir şarkı çalıyor. Seher’i tanıdık bir yere götürüyor bu ıslık:

Hani çocuksundur, kaygısızsındır. Sıcak bir yaz günü denizin üstünde sırtüstü uzanmış, bedenini saran ılık suyun sokulgan, minik dalgalarıyla hafif hafif sallanmaktasındır. Güneş gözlerini kamaştırdıkça, ıslak kirpiklerinin arasında rengarenk dönen dünyaya bir çiçek dürbününden seyreder gibi bakmaktasındır. Kumsal canın istediğinde çabucak varabileceğin kadar yakında, istemediğinde sana ilişemeyecek kadar uzaktadır. Tepede güneş sarı, sıcaktır, altında deniz mavi, ılıktır ve hayat önünde uçsuz bucaksız bir oyun parkı gibi uzanmaktadır. Yarını düşünmezsin yine de. Şimdiye evin gibi sığınmışsındır.  (Syf.129)

Şimdiye evin gibi sığınmak, bence evi çok güzel özetleyen bir tanım. Bizim peşinde koşup durduğumuz şey bir güven ve huzur hissi. Onu nerede, kimde, hangi anda bulursak ev bizim için orası, o kişi, o an olabiliyor aslında.

Yürümek

Nermin Yıldırım Ev

Ev, bir yolculuk hikâyesi. Esere, ev imgesinin yanında yol temasının da eşlik ettiğini söylemek mümkün. Seher, yolculuğuna adeta bir davetsiz misafir olan hayat dolu arkadaşı Ogo ile, hayatının en uzun yürüyüşüne çıkıyor: Camino de Santiago. Kısaca bahsetmek gerekirse, İngiltere ve İrlanda’ya kadar bile uzanan bu yol, bir hac yoluymuş. Hazreti İsa’nın havarilerinden Aziz Yakup’un mezarının İspanya’nın Santiago de Compostela şehrinde olduğuna inanılırmış. Bu yüzden Orta Çağ’da binlerce Hristiyan yürümüş bu yolu. Hatta tarihinin bundan da öncesine, Şamanlara kadar uzandığı söyleniyor.

Doğasıyla meşhur olan bu yolu günümüzdeyse dünyanın her yerinden insanlar, spor, turizm amaçlı veya manevi sebeplerle hala yürüyormuş. Ev‘de Seherle Ogo, Portekiz’in Porto şehrinden başlayarak 280 kilometre yürüyorlar. Günler süren yolculukları boyunca peşlerine takılıp bu yolda onlara eşlik ediyoruz biz de okuyucu olarak.

Yol teması, yürümek, hareket halinde olmak birçok romana ve filme konu olmuş bir tema. Nedeniyse insanın hayat boyu bir arayış halinde olması ve fiziksel yolculuğun zihinsel yolculuğu da beraberinde getirmesi diyebiliriz. Kendi günlük hayatlarımızdan düşünelim. Bir duygunun içinde sıkıştığımızda çoğu zaman ilk aklımıza gelen kendimizi dışarı atıp yürümek olur. Mümkünse sahilde veya doğayla iç içe olabileceğimiz bir yerde. Ayaklarımızla ileri doğru bir yolculuk yaparken, zihnimizde geriye doğru bir yolculuk yaparız.

Seher de bu yolculukla, evsizliğinin kökenlerine, yani çocukluğuna gidiyor. Terapisti Çiğdem Hanım ile seanslarından kesitler hatırlıyor. Çocukluğundan, gençliğinden anılarla, yıllarca arkasında bırakmak zorunda kaldıklarıyla yüzleşiyor.

“Kaval Kemiği”

Ev‘de, yine bir yürüyüş günü bir mezarlıktan geçerken, Ogo’yla Seher, uygarlığın başlayışı üzerine konuşuyorlar. Ogo şöyle diyor:

“Margaret bilmemne diye bir antropolog var, soyadını unuttum şimdi. Kadın uygarlığı, kırılıp iyileşmiş ilk kavalkemiğiyle başlatıyor.”

“. . . doğada hiçbir canlı o kemik iyileşene kadar başkasının yardımı olmadan hayatta kalamaz diyor. Demek ki kemik kendi kendine iyileşmiş olamaz, o iyileşene kadar biri kemiğin sahibine bakmış. Yani biri birini sevmiş, önemsemiş, yardım etmiş. Hikâye orada başlıyor. Çaktın köfteyi?” (syf. 353)

Bu kısmı okuyunca aklıma “İnsan insanın kurdudur” sözü geldi. İngiliz filozof Thomas Hobbes’un De Cive adlı eserinde kullandığı bu meşhur söz, günümüzde de çoğunlukla insan doğasının vahşiliği bencilliğini ve insanın insanla savaşını anlatmak için kullanılıyor. Diğer yandan Hobbes, “İnsan insan için Tanrıdır” da demiş aynı eserinde (Özmakas, 2020). Peki insan insanın kurdu mudur Tanrısı mı? Belki ikisi de doğru.

Dünyada kötülük ve kötü insanlar olmadığını söylemek mümkün değil ne yazık ki. Ama biz insanlar aynı zamanda birbirimizi kollarız. Birbirimizin yardım eli olmadan buralara gelebilir miydik?

Romanda, herkes kendine göre sebeplerle çıkmış yola, bir hac yolunda kendi haclarını gerçekleştiriyorlar. Herkes bir şey arıyor. Seher, Ogo, Vesna, kuş gözlemcisi Joe, hatta Leydi Şerbet bile! (Bence en güzel evi o buluyor.) Kendi içlerinde ayrı yolculuklar gerçekleştiriyorlar ama bir yandan da birbirlerine ellerinde ne varsa veriyorlar. Bu bazen tecrübeden gelen bir nasihat, bazen bir avuç ceviz, bazen dostça bir sohbet oluyor.

Seher sonunda kendine bir ev buluyor diyebilir miyiz, bilmiyorum. Belki kendine ev olmayı öğreniyor diyebiliriz ama. Roman bize “ev nedir?”’ sorusunun cevabını vermeyi amaçlamıyor. Okuyucu olarak kendi hafızamıza bir yolculuk yapmamızı sağlıyor. Ve bazı sorular, bazı yanıtlardan daha çok şey söylüyor bize.

Bence kendini daha iyi anlamak isteyen herkesin okuması gereken bir roman Ev, çünkü “ev” hepimizin ortak derdi.

Kaynakça

Nermin Yıldırım, Ev, Hep Kitap, 2020.

Özmakas, U. (2020). “Homo Homini Lupus” Sözü Üzerine . Kaygı. Bursa Uludağ Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Felsefe Dergisi , 19 (1) , 200-219 . DOI: 10.20981/kaygi.702999 https://dergipark.org.tr/tr/pub/kaygi/issue/52880/702999#article_cite

Gizem Karabulak

Merhaba! Ben Gizem, 7 Şubat 1997 yılında İzmir'de doğdum. Ege Üniversitesinde Amerikan Kültürü ve Edebiyatı okudum. Freelance içerik yazarlığı yapıyorum. Amacım okumak, öğrenmek, öğrendiklerimi yazmak, yazdıklarımınsa hem öğretip hem keyif vermesi.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir