Edebiyat

Godot’yu Beklerken: Hiçliğin Orta Yeri

Samuel Beckett’ın, yaşam boyunca bir şeyleri beklemeyi ve sırf bekleyebilmek için edindiğimiz varoluşsal unsurları yansıttığı Godot’yu Beklerken isimli eserini okuduk, bekliyoruz. Buyrun yanımıza.

Bekliyoruz, evet. Çünkü beklemek ne geçmişe ait aslında, ne de geleceğe. Beklemek, şimdinin pasif bir edimi yalnızca. Beklemek şimdi bizi rahatlatıyor. Uğruna beklenecek bir şey bulmak ve onun için beklemek, şimdi bizim hayatlarımıza anlam katıyor. Beklenilen şeyin ne denli gerekli olduğu, ne denli anlamlı olduğu önemli değil. Bizim için önemli olan beklemek. Bekliyoruz çünkü bekleyecek hiçbir şeyimiz olmazsa; bir arzumuz, bir idealimiz, bir mutlak olgu beklentimiz olmazsa eğer, işte o zaman yaşamak, içi boş bir hale bürünecek bizim için.

İntihar mı edeceğiz o vakit, yoksa beklentisizlik içerisinde üzerine mi düşüneceğiz beklemenin? İntihar etmek istesek bile, hangi ağacın dalı tartacak bizim ağırlığımızı? Hangi ip hakkıyla yapışacak boğazımıza? Yok, intihar da edemeyiz biz. Hem intihar bir çözüm müdür ki? İntihar bir kaçış değil midir? Çözümsüz şeylere kafa yorduğumuzdan mı bize böyle şeyler oldu? Neyse, biz fazla zihnimizi yorup sancı çekmeyelim. Onun yerine Godot’yu Beklemek daha iyi. Godot kimmiş bize ne. Bekliyoruz ya, o bize yeter. Peki ama neden ya, neden diye sorasımız geliyor. Haydi gelin, neden Godot’yu bekliyoruz ki diye laflayalım beraber, beklerken…

Neden Bekliyoruz?

Aydınlanma neden değerliydi? Neden kapital devrimi 19. yy’da yaşandı? Neden modern ve postmodern diye ayrım yapıyoruz? Babam böyle pasta yapmayı nerden öğrendi? Evet, bu soruların hepsinin cevapları, nedensellikleri farklı. Lakin bir ortak cevapları var bunların. İnsanın değerleri ve doğruları dönüşüyordu. Bu durumda ne olur insana? Elbette çelişki yaşar. Bu öyle, çikolatayı fındıklı mı ya da fıstıklı mı alsam çelişkisi de değildir. Basbayağı yaşamsal bir çelişkidir. (Fındıklı ya da fıstıklı çikolatanın ve bunlar arasında yaşanan çelişkinin küçümsemesini yapmıyorum, haşa!) İnsan o çelişkilerin pençesindeyken acı çeker. Ama böyle ölene kadar da acı çekilmez değil mi canım! Yoksa Unamuno gibi asık suratlı dolaşırdık etrafta hepimiz.

Neyse efendim, diyeceğimiz o ki, bu çelişki bir gerçek. Hele ki Samuel Beckett’ın Godot’yu Beklerken oyununu kaleme aldığı, İkinci Dünya Savaşı sonrası dönem için bir hayli gerçek. İnsanlık dışı şeyler yaşadı insan. Aynı zamanda şaşırdı çünkü bu insanlık dışı şeyleri yapan da insandı. Sonra baktı ki, geleceğimizin umudu olarak görülen makineler, üretilen bombalar tahrip etti şehirleri. O çok değer verilen pozitivizm, o yüce bilim bile tekniğin, verimliliğin, öngörülebilirliğin ve bilumum unsurun kölesi olmuş. Tercih denilen olgu aslında… Hop! N’oluyor? Kaptırdık kendimizi gidiyoruz, hiç uyaranımız da yok.

İnsan Özü

Öncelikle, şuraya okkalı bir başlangıç ilkesi koyalım. Haklısınız, incelediğimiz Godot’yu Beklerken oyunu, ilkelere hem anlam hem de form olarak karşı. Ayrıca başlangıcı geçeli de çok oldu, farkındayım. Ama olsun. İlkemiz şu: didaktik olmuyoruz bu incelemede. Sizli benliyiz. Evet, sizli benli diyorum zira size sen diyemem. Tabiatımda yok. Sahi, insanın tabiatı diye bir şey var mıdır? Hadi sazı buradan çalmaya başlayalım.

İnsanın özüne dair irdeleyiş, felsefenin tarihi kadar eski. Peki bu denli binyıllar sürmüş bir bulma uğraşında, elimize mutlak bir gerçek geçmiş mi? Sanmıyorum. Bir kere gerçekliğin kendisi, medeniyetten medeniyete, kültürden kültüre, grup normlarından grup normlarına, insandan insana değişkenlik gösterir. Auguste Comte’un belirttiği gibi, hayatta her şey görecedir. Bunun da tek istisnası, görecelik olgusunun kendisidir. Yine de, insanlığın arketipsel ortak noktalarının olduğuna dair çalışmalar mevcut ve tatmin edici. Jung amcayı duymuşsunuzdur nitekim. Hatta, insandaki artan yabancılaşmaya karşı, insanlığı yine bu arketiplerin kurtaracağı da düşünülebilir. Ursula K. Le Guin’in bu bağlamda, Bilimkurguda Mit ve Arketip isimli denemesinde güzel bir pasajı mevcut:

‘‘Nasıl vücutlarımızda yeni bir organ icat edemezsek, kimse de düşünerek bir arketip icat edemez. Ancak bu bir kayıp değil kazanç. Üzerinde yalnızca akıl yoluyla değil, estetik, içgüdüsel ve duygusal olarak da buluşabileceğimiz dev bir ortak alan olduğuna göre, bu, iletişim kurabileceğimiz anlamına geliyor; yabancılaşmanın insanlığın nihai durumu olmadığı anlamına geliyor.’’

Ursula K. Le Guin, Kadınlar Rüyalar Ejderhalar, Metis Yayınları, İstanbul, 2022, s.102.

Bendeki laubaliliğe bakınız yalnız; size sen diyemeyen ben, koskoca Carl Gustav Jung’a amca dedim az önce. Neyse, dağılmayalım. İnsanlığın hangi değişken içerisinde olursa olsun, belirli yönelimler içerisinde olduğu durumu da bir gerçek. Arketip de buna bir örnekti. Peki bu yönelimler içerisinde başat olanlar neler? Bizi, Godot’yu Beklerken incelemesi bağlamında ilgilendireni zikredelim: amaçsallık. İnsan, bir amaç içerisinde olmak konusunda büyük ve yoğun bir istence sahip. Ne denli bilinçli ya da bilinçsiz olduğu; ne denli gerekli ya da gereksiz(!) olduğu tartışılmakla beraber, amaç olgusu mutlak varlığını sürdürmekte. Öyle ki, insana amaçları yetmiyor bazen de, araçlarını amaçsallaştırıyor. Verimli olmalıyım diyor, öngörebilmeliyim diyor, ne denli yorum yapabilmem önemli değil ama enformasyona her halükarda ulaşmalıyım diyor. Diyor da diyor. Christian Dior. Haha. Telif yer miyiz? Eh biraz da risk alalım değil mi!?

Yani

Ben size niye bunlardan bahsettim? Çelişkinin, adeta insanın en temel sorunlarından biri haline gelmesinin ve insanın da bu çelişkileri aşmak, hayata tutunabilmek için bir amaç üretimi çabasının resmidir Godot’yu bekleyiş. Samuel Beckett da bunları işliyor aslında eserinde. Hem de hiç mi hiç didaktik olmadan. Sizin haliniz budur, siz böylesiniz demiyor. Uzun tiratlar yok eserinde. Uzun tirat atacak denli bir karakter de yok. Zira eserde karakterler ön planda değil. Diyaloglar da öyle. E, öne çıkan ne o zaman? Karakter önemli değil, diyalog önemli değil; dekor mu önemli yoksa? Peşinen söyleyeyim, dekor da önemli değil. Sadece bir ağaç ve ıssız bir yer mevcut, o kadar.

Ne önemli o halde? Önemli olan, sanki spontane bir kesit alınmışçasına sahnelenen bu oyunda, kendi diyalektiği içerisinde ortaya çıkan anlamı kavramaktır. Biçim önemli değildir. Hatta biçim önemlidir de, olması gereken biçim amacıyla değil, olması gereken olarak nitelendirilen biçimlere eleştiri bağlamında bir biçim olarak önemlidir. İnsanlığın yüceleştirdiği değerlerin ve yüceleştirdiği mantığın gaddarlaştığı bir dönemin insanı Samuel Beckett. Aydınlanmanın miras bıraktığı mantıksallığı, burjuva estetik anlayışının devindirdiği değerleri, klasik tiyatro unsurlarını; ön planda olan olay örgüsünü, doğrusal zamanı, dili, belleği, neden sonuç ilişkisini dışlamıştır eserinde. Onun karakterleri bir yerden gelmezler, bir yere de gitmezler. Eylem niyetleri bile eylemsizlikle beraberdir. Ne yaptıkları da belli değildir, onları sadece tek bir çerçeve içerisinde görürüz: Godot’yu Beklerken. Peki Godot kimdir? Godot’yu beklemek bize neyi ifade eder?

Godot

samuel beckett

Godot bir metafordur aslında. Yani, bir şeyleri imler. Nedir o şeyler? Onu ben bilemeyeceğim, siz bileceksiniz. Çünkü her insan için farklı bir imleme vardır. Yaşam boyunca bekledikleriniz neler? Bir olayı mı, bir mutluluğu mu, bir kişiyi mi, bir terfiyi mi, bir unvanı ı, bir statüyü mü, bir ölümü mü, bir değişimi mi? Gördüğünüz gibi, Godot aslında tek bir şeyi değil, beklentideki amacı temsil eder. Yaygın bir görüş ise, Godot’un İngilizcedeki God (Tanrı) kelimesinden türetildiği yönündedir. Aslında bu görüş de bizim savımızı destekler nitelikte, zira Tanrı, beklentinin kaynağıdır çoğu inanan insan için. Bu görüşü öne sürenlerin temel dayanaklarından birisi ise, Samuel Beckett’ın, eserlerindeki isimlerle genellikle bir çağrışım uyandırması durumudur. Hatta Simone Weil’in Attende de Dieu (Tanrı’yı Beklerken) ismini de çağrıştırması açısından, Godot’nun Tanrı olgusunun bir metaforu olduğu da söylenmektedir.

Elbette bu görüş ve teoremleri, sizler için de bir fikir olması açısından paylaşıyorum. Yoksa benim şahsi kanaatim, Godot’ya belli bir kimlik atfetmenin saçma olduğu yönünde. Godot’ya bir kimlik atfetmeye çalışmak, Martin Esslin’in belirttiği gibi, Rembrandt’ın bir tablosundaki ışık ve gölge oyununun ardında saklı çizgileri, boyayı kazıyarak bulmaya çalışmak kadar saçmadır. Zaten, yine Martin Esslin aynı eserinde, Samuel Beckett’ın da Godot’nun kim olduğunu bilmediğini aktarır:

‘‘Godot’yu Beklerken’in Amerikan yorumunu yönetecek olan Alan Schneider, Beckett’e Godot ile kimi ya da neyi anlatmak istediğini sorduğunda ‘Bilseydim oyunda söylerdim’ yanıtını almıştır.’’

Martin Esslin, Absürd Tiyatro, Dost Yayınevi, Ankara, 1999, s. 41.

Kimliklendirme

Anlayacağınız, Godot statik değil, devingen bir unsurdur. İnsandan insana farklı anlamlar yüklenebileceği gibi, dönemden döneme de farklı anlamlar yüklenebilir. En önemli ortak nokta ise, Godot her ne olursa olsun, beklenen ve önemli olduğudur. İşte bu yüzden Godot’yu Beklerken eseri bu denli külttür. Bir klasiktir tabir caizse. Yani ölümsüzdür.

Bahsettiğimiz göreceliğe güzel bir örnek ise, Ferhan Şensoy’un Güle Güle Godot isimli eseridir denilebilir. Bu oyunda Godot, insanların sıkıntılar içerisinde yaşadığı bir ülkenin yöneticisidir. Ferhan Şensoy eleştirel çerçevede, Godot’yu bir anti-ideal olarak konumlandırmış ve onu mutlak güçle donanan acımasız bir yönetici olarak kimliklendirmiştir. Nitekim önemli olan, Beckett’ın bize soyut bir olgu olarak sunduğu bu karakteri, hayatımızda kimliklendirebilmemiz ve kritize ederek eleştirme yapabilmemizdir. Oyun, bir akşam elimize alıp okuyarak ya da bir akşam sahneye gidip izleyerek kendimize eğlence ya da kurgusal tatmin sağlamak araçsallığı amacında değildir. Godot önemlidir. Üzerine düşünmemiz için adeta bize bağırır, hem de oyun boyu hiç görünmemesine, hiç konuşmamasına rağmen. Godot’ya ne denli önem verdiğini, Kalemimin Sapını Gülle Donattım adlı eserinde Ferhan Şensoy da dile getirir:

‘‘Godot benim için bambaşka bir olay. Bu Mekteb-i Sultani’nin ortasına oturmuş Godot’yu bekliyorum işte. (…) Biyoloji’den dokuz almanın insana hayatta hiçbir yararı olmadığı ve asıl olanın bu lise tezgahının bir an önce atlatılması olduğu gibi şeyleri ben ‘’Godot’yu Beklerken’’ oyununu izlediğim gece yatakhane kenefinde sigara içerken düşündüm.’’

Ferhan Şensoy, Güle Güle Godot, Ortaoyuncular Yayınları, İstanbul, 2001, s. 140.

Absürd Tiyatro

Godot’yu Beklerken eserinden konuşulurken, absürd tiyatroya da değinmek çok yerinde olur. Absürd tiyatro, sosyo-psikolojik dönüşümün bir ürünüdür. Hatırlarsanız, insanlığın çelişkisinden bahsetmiştik. Değer ve normların dönüşmesi ve etkileşimin artması gibi unsurlar sebebiyle insan kültüründe kaos kavramı ön plana çıkmıştır ve bu da absürd tiyatroyu filizlendirmiştir diyebiliriz. Hiççilik, varoluşçuluk bağlamında şekillenen bu tür, temelinde dünya ile insanın karşıtlığını barındırır. Yine çelişkiye çıktık yahu. Dünya ile insan nasıl karşıt olabilir ki?

Olur! Toplumsal yaşantının gelişiminde, aslında temelde masum amaçlarla yani insan için işlevsellikle ortaya çıkan bütün unsurlar, belli bir gelişmişlik düzeyi sonrasında insanı dışlar. Bu durumu Jacques Ellul, Teknoloji Toplumu isimli kitabında açıklamıştır. Teknik kavramını kapsayıcı bir olgu olarak ele alan Ellul, toplumsal yaşamda ekonomik, sosyal, idari, hukuki gibi birçok alanda tekniğin hakim olduğunu; gelişim kertesinde bunu insanın yönlendirdiğini ama artık tekniğin kendi rasyonalitesini oluşturduğunu ve insanın da bu rasyonalite dışına çıkamadığını belirtir. Teknik rasyonalitenin dışına çıkmak, mantıksız ya da deli olmak anlamına gelir.

Tekrar vurgulamak isterim ki, teknikten kasıt makine ya da teknoloji değildir. Zamana dair kitlesel bakış da tekniğin ürünüdür mesela. Hal böyle iken, insan olur da marjda kalırsa, ya da marjda hissederse diyelim, yani aslında kendi tercihi olarak gördüğü durumların mutlak bir belirlenimle şekillendiğini farkederse, işte o zaman rahatsız olmaya başlar. İşte o zaman çelişki içerisine düşer. İşte o zaman, yaşamında anlam atfettiği beklediklerinin, umduklarının ne denli kendisine ait olduğunu, aslında kendisine yabancılaşıp yabancılaşmadığını sorgular. Absürd tiyatro da bu kaosun ürünüdür diyebiliriz. Nitekim irdelediğimiz eserimiz Godot’yu Beklerken de, bu durumu yansıtır.

Düşünmek

Eserde, korkunç olanın düşünmek olduğunu ifade eder karakterler. Zira otomatizme boğulmuş yaşantılarda, durup düşünmek, rahatsızlığın kapılarını aralar. Bu otomatizmin içindeki hızlı akışta durmak abestir nitekim. Halbuki düşünmek de, bir bakıma şöyle bir durmaktır. Filolojik bir örnek ele alalım. İngilizcede anlamak kelimesinin karşılığı ‘understand’dir. Bu kelimeyi parçalara ayırdığımızda, karşımıza ‘under’ ve ‘stand’ çıkar. Yani durmak ve o duruşun altında düşünmek. Hele bir duralım değil mi, düşünebilmek için. Ve en önemli nokta ise, anladığını sandığın durumu, ne denli bağımsız bir şekilde anlayabildiğindir. O duruma ya da olguya ne denli tanrısal bakıştan yaklaşabildiğindir. Yoksa kendini kandırmak işten bile değildir.

Nitekim, yine mezkur eserde Jacquel Ellul propagandayı irdelerken, onun optimal düzeyinin, hava ve su kadar doğal olması gerektiğini belirtir. Reklamlar ne kadar doğal değil mi? Halbuki bizim güdülenmemizde ne denli etkililer hiç düşündük mü? Bu beyin jimnastiğinin ardından, eserdeki düşünme ve anlamlandırma çabasının bir tezahürünü paylaşacağım sizinle. Yanıtı bilmek, her zaman doğru yanıtı bilmek değildir. Anlamak, her zaman anlamak değildir. Bazen kendimizi kandırırız. Bazen kendimizi kandırdığımızın farkında bile olmayız. Hatta ne bazeni, çoğu kez:

‘‘VLADIMIR: Burada ne yapmaktayız, işte bütün mesele bu. Ne mutlu bize ki, yanıtı biliyoruz. Evet bu muazzam karışıklığın içinde açık seçik olan bir şey var: Godot’yu bekliyoruz.’’

Samuel Beckett, Godot’yu Beklerken, Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 2000, s. 104.

Biçimsel Olarak

Absürd tiyatronun tezahürünün önemli bir yanı da biçimseldir. Yukarıda da bahsettik. Öncelikle, zaman doğrusal değil döngüseldir. Nitekim eserimizde de öyle. İki ayrı günden oluşan iki perdelik bir oyun lakin karakterlerin dünü hatırlamayışı, bahsedilen olguların tekrar etmesi gibi unsurlar, döngüsel bir zaman unsurunu ifade eder. Dün ve yarın ilişkisi sorunludur. Diğer bir önemli nokta ise iletişimsizlik ve yabancılaşmadır. Karakterler arasındaki iletişim kopuk, ve karakterlerin kendileri hem çevreye hem de kendilerine yabancılaşmış haldedir. Karakterler korku ve kaygı yüklü bir güvensizlik içerisinde sunulur ve daha da önemlisi, karakterler ile özdeşleşilemez. Zira biz okuyucular yahut izleyicilerin mantıklarından farklı bir mantıkları vardır. Eserde de bu şekildedir. Spesifik bir olay yoktur ve salt evrensel bir durum işlenir. Zaten eserin ismi de bunu yansıtır: Godot’yu Beklerken. Pasif bir edim vardır ortada, beklemek. Eylem yoktur.

Zaten absürd tiyatro türünde ve eserimizde de olduğu gibi, kesin hatları çizilmiş ve iyi tanımlanmış inançlar ve değerler dizgesinin yitirilmiş olduğu bir evrende eylem olgusunun da içi boşalmış olur. Ayrıca, hayat anlamsızdır ve bu anlamsızlık karşısındaki tek mutlak gerçeklik, insanın ölüme yazgılı oluşudur. Nitekim eserde, Godot’yu bekleyen karakterler, ümitleri tükendikçe intihar etme ihtimali üzerine konuşurlar. Ama intihar da edemezler. Ya ipleri yoktur, ya ağacın dalı kırılgandır, ya da daha önemlisi, bekleme umudu caziptir. Zira Godot gelirse bilirler ki kurtulacaklar(!).

Varoluş

Eserin varoluşçuluk ile derin bir ilişkisi olduğunu söyleyebiliriz. Ama bu varoluşçuluğu, varoluşsal olarak dikta etmez eser. Ne tamamen trajiktir, ne de tamamen komiktir. Trajikomik olarak nitelendirebiliriz. Trajikomik olmasının sebebi, aslında bu kurgunun içerisinde bizim de bir özne olmamızdan kaynaklanır. Biz de bekleyenlerizdir. İnsan olarak da, insanlığa dair bu varoluş problemine kulak vermeliyiz. Hem kendimiz, hem de insanlık için. Nitekim eserde, şu veciz sözler ile bu durum ifade ediliyor:

‘‘VLADIMIR: Kulaklarımızda hala çınlayan imdat çığlıkları bütün insanlığa dönük! Ama burada, zamanın bu noktasında insanlık biziz. Hoşumuza gitsin gitmesin. Bunun değerini bilelim, çok geç olmadan!’’

Samuel Beckett, Godot’yu Beklerken, Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 2000, s. 104.

Peki bu varoluş problemiyle alakalı ne denli düşünüyoruz? Hiç kendimize sorduk mu bu soruyu? Burada ‘ne denli düşünmek’teki ne denlilik, bu olgu üzerinde sistematik ve Kartezyen mantık ile düşünme derecesi değildir. Nitekim eser Kartezyen mantığı da dışlar. Descartes’ın belirttiği ‘Düşünüyorum, öyleyse varım.’ savı, bu eser içerisinde ‘Düşünüyorum, ama var mıyım?’ şeklinde mevcuttur diyebiliriz. İşte bu bağlamda Godot’yu Beklerken, aslında varoluşçuluğun da ötesine geçiyor. Yani varoluş irdelemesindeki rasyonel mantığı dışlıyor. Düşünerek, aklını kaybetmekten korkan insanın varoluşsal çelişkisini, yani kendisini monotonluğa bırakışını resmediyor diyebiliriz. Nitekim eserin döngüselliğindeki tekrarlar da bu durumu pekiştirir niteliktedir. Bu bağlamda yerinde bir alıntı vermek gerekirse:

‘‘VLADIMIR: Bütün bildiğim şu: saatler geçmek bilmez ve bu koşullarda bizi, vakit geçirmek için türlü türlü -nasıl desem- ilk bakışta makul gözüken, ama zamanla monotonluğa dönüşecek oyunlara başvurmaya zorlar. Böylece aklımızı kaybetmekten kurtulduğumuzu söyleyebilirsin. Kuşkusuz doğru. Ama aklımız uzun bir süredir dipsiz derinliklerin bitimsiz gecelerinde dolanıp durmuyor mu zaten?’’

Samuel Beckett, Godot’yu Beklerken, Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 2000, s. 105.

İzlenim Yanılsaması

Varoluşsal temellendirme sorununu ise, Beckett en çok izlenim leitmotifi ile verir. Kendi kendine sürekli varolup olmadıklarını imleyecek sorular yönelten karakterler, işin içinden çıkamadıkları için, en azından izlenim ile yetinmeye de razı olurlar. Nitekim, gelin düşünelim. Toplumsal belirlenimciliğin bu denli yoğun olduğu modern ve postmodern toplumda, ruhsal benliğimiz sosyal benliğimizin tecavüzüne enikonu maruz kalmaktayken, bizler nasıl olacak da varoluşumuzu hissedebileceğiz. Elbette bir varoluş hissedeceğiz ya da kurgulayacağız, ama bu bir gerçek mi yoksa izlenim mi olacak? İnsanın yabancılaşmasında bu sorgulayış önemlidir. Zira mutlak bir varoluş açıklaması yapılamasa bile, en azından eleştirel bir bakış kazandırır diyebiliriz. Yoksa hiç farketmeden izlenimlerden kendimize varoluş devşiririz. Tıpkı oyundaki karakterlerimiz gibi:

‘‘ESTRAGON: Daima bir şey buluruz, değil mi Didi, bize varolduğumuz izlenimini verecek?’’

Samuel Beckett, Godot’yu Beklerken, Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 2000, s. 89.

Sembolik Etkileşim

Godot’u Beklerken eserindeki unsurlar, sembolik işlevlere sahiptir ve bunlar, bu sembolik çağrışımları ile bizimle etkileşime geçerler. Bu unsurları iki temel bağlamda ele alabiliriz: karakter ve mekan/zaman olarak. Karakterler hakkında net bir bilgimiz yok. Onların geçmiş ve geleceği değil, şimdiki anları ortaya konuluyor sadece. Özellikle ana karakterler olan Vladimir ve Estragon, eylemleri ile sözleri arasındaki zıtlıklar ve sürekli bir değişkenlik içerisinde olmaları sebebiyle kolay tanımlanamazlar. Ayrıca, oyun kişileri arasındaki ilişkilerde mevcut olan belirsizlik de bu durumu pekiştirmektedir. Yan karakterler, ana karakterleri tekrar gördüklerinde onları tanımazlar.

Burada aslında farkedilen durum, karakter ve öykünün gereksiz görülmesidir. Zira uğraşılan ve aktarılmaya çalışılan insanlık durumu, karakterin ve öykünün üzerindedir. Bu şekilde bir oyun yapısı bile, sadece içerdiği altmetin ile değil biçimiyle de mesajı bizlere hissettirir. Yan karakterler ise Pozzo ve Lucky’dir. Pozzo varsıl bir efendi, Lucky ise onun kölesidir. Bu karakterlerin konuşmalarında da bir bütünlük yoktur. Zaten Lucky kendi istemiyle konuşamaz. Sahibi ona konuşmasını söylerse konuşur, dans etmesini söylerse dans eder, düşünmesini söylerse düşünür. İroniktir ki, oyunun tek tiradını da Lucky söyler. O da elbette sahibinin ona sesli düşünme emri verdikten sonra. Lakin alışılagelmiş bir tirat değildir bu, birbirinden kopuk cümle ve pasajlardan oluşur. Son bir karakter ise, yine yan karakterlerden olan Çocuk’tur. İki adet kısa sahnesi vardır. İkisinde de Godot’dan haber getirir ve her defasında ‘bu akşam gelemeyeceğini ama yarın geleceğini’ söyler. Sonsuz ve soyut bekleyişe dair güzel bir sunumdur bu.

Temsil

Karakterlerin temsilleri de önemlidir. Lucky düşüncesiyle bile sahibini tatmin eden bir varlık olarak, bana açıkçası aydınlanmacı pozitivizmi çağrıştırdı. Neden diye soracak olursanız, öncelikle tiradındaki kopuk ve bölük pörçük parçalar, pozitivist tutumu imgeler niteliktedir. Ayrıca, 19.yy itibariyle bilimin tekniğin kölesi oluşu olgusunu da simgeler niteliktedir. Nitekim Beckett’ın aydınlanma rasyoalitesini eleştirdiğini biliyoruz ki bu durum, savımızı güçlendirir. Hal böyle iken, Pozzo da burjuvayı, meşrulaştırıcı toplumsal normu ya da hiyerarşiyi temsil eder diyebiliriz. Ayrıca, oyunun ilk perdesinde hem Pozzo’nun hem de Lucky’nin sağlıklı olması lakin ikinci perdede Pozzo’nun kör, Lucky’nin ise dilsiz olması durumu ilgi çekicidir. Bu durum, sahip köle ilişkisindeki dönüşümü imgeler nitelikte değerlendirilebilir.

Bunların yanında, Vladimir’in bilişsel düzeyinin görece Estragon’dan üstünlüğü, sorunlar üzerine görece daha nitelikli eğilişi ise onun süperegoyu temsil ettiğinin göstergesi olabilir. Bu sav, yaygın bir görüştür ve ben de buna katıldığımı belirtebilirim. Hal böyle olunca, Estragon da daha dürtüsel hareketleri ile id’i temsil eder niteliktedir. Bu karşıtlığı, Estragon usanıp da Godot’yu beklemekten her usanışında Vladimir tarafından Godot’yu bekleme yönünde telkin edişi de pekiştirir. Karşıtlık diyoruz lakin aslında bir bütünleyicilik vardır. Tıpkı süperego ve id’in çatışarak bütünleşmesi ile ego’nun ortaya çıkışı gibi, Estragon ile Vladimir’in beraberliği de ortak bir insanlık durumunu, Godot’yu bekleyişi ortaya çıkarır.

Zaman ve Mekan

Bu unsurları kısaca aktarmıştık yazımızın öncesinde. Mekanı sergileyen dekor basittir. Issız bir alan vardır ve bu alandaki tek unsur bir ağaçtır. Bu ağaç, oyunun ilk perdesinde kuru iken, oyunun ikinci perdesinde filizlenmiştir. Bu durum, aslında iki ardışık günden ziyade, zamanın uzun erimli akışını da ifade edebilir tabi. Önemli olanın metaforik bağlam olması sebebiyle, mekanın basitliği de işlevseldir. İzleyici ya da okuyucu, mesajın dışında bir odak noktasına sahip değildir ve dikkati dağılmaz.

Zaman unsuruna gelince, onun da döngüsel olduğundan bahsetmiştik. Zamandaki döngüselliğin hem eleştirel hem de işlevsel yanları bulunur. Eleştireldir çünkü modern zamanın parçalı ve mekanik oluşunun dışlanışını yansıtır. İşlevselliği ise okuyucu/izleyiciyi kronolojik olay örgüsü içerisinde boğmaz. Nitekim absürd işleniş de bu duruma salık verir diyebiliriz. Ayrıca, zaman ve mekan bağlamında değerlendirme yaparken değinilmesinde fayda gördüğüm bir unsur daha var. Bu da didaskalilerin uzun ve betimleyici olmasıdır. Bu durum, oyunun oynanmak için yazıldığını gösterir. Bu bağlamda ele alındığında, mekânsal minimalistlik ve döngüsel zaman unsurları, işlevsel olarak da ele alınabilir.

Empati

Oyunun ilginç bir de hikayesi var. Son olarak bundan bahsetmek istiyorum. Oyun, 1949 yılında Fransızca olarak Samuel Beckett tarafından kaleme alınır. İlk basımı 1952’de, ilk sahnelenişi ise 1953’te yapılır. Lakin bu dönemde oyun hiç rağbet görmez. Hatta yoğun eleştirilere maruz kalır. Zira oyun, yerleşik biçimsel ögelerle karşıtlık içerisindedir ve aynı zamanda işlediği konuyu ele alışı da alışılagelmişin dışındadır. Nitekim ilk izlenimlerde insanlar, oyunun trajik kısmından ziyade komedi unsurlarına yönelirler. Lakin ilginç bir olay yaşanır. 1957’de San Francisco’daki Saint Quentin hapishanesinde oyun sergilenir ve müthiş bir beğeni ile karşılaşılır. Bu şaşırtıcı etki üzerine eleştirmenler oyunu daha detaylı şekilde gözden geçirirler ve altmetinleri derinlemesine keşfetme imkanını yakalarlar.

Hapishane gösterimindeki bu ilgi ise şaşırtıcı değildir aslında. Oyundaki eylemsizlik ve sürekli bir bekleyiş içinde olma durumları, mahkumların daha nitelikli bir empati kurmasını sağlamıştır diyebiliriz. Ve bu empati sayesinde ortaya çıkan ilgi ile oyunun incelemelere daha yoğun konu oluşu tetiklenmiş, bu gelişmenin neden olduğu popülerlik de, bu oyunu deneyimleme şansı bulan birçok insanın empati kurma şansını ortaya çıkarmıştır. Nitekim enikonu şekilde daha çok sahnelenen ve basılan bu oyun, günümüzde en kült tiyatro metinleri arasında yer alır.

Postyapısalcılık

İncelemelerimizde genelde yazara dair de irdeleme yapmaktayız. Zira incelemelerin temelde üç sac ayağı vardır diyebiliriz ve bunların da eserin içeriği, yazıldığı dönem ve yazan kişi olduğunu daha önceki yazılarımızda da belirttik. İncelemenin bu kısmına kadar eserin içeriği ve yazıldığı döneme dair karşılıklı bir gözlem yapma çabası içerisinde olduk. Lakin spesifik olarak Beckett’dan söz etmedik. Ben özel olarak Beckett’ı inceleme dürtüsü duymadım diyebilirim. Lakin belirtmem gerekir ki, Beckett’ın postyapısalcı hüviyeti, eseri doğrudan şekillendiren bir durumdur. Bu düşüncenin temelinde yapısalcılığı sorunsallaştırmak yatar. Aslında postyapısalcılığı, birlikten parçalılığa ve gerçeklikten göreceliğe giden bir süreç olarak nitelendirebiliriz kaba olarak. Bu durum, yukarıda da belirttiğimiz unsurlarla özdeşleşir niteliktedir.

KAYNAKÇA

  • SAMUEL BECKETT, GODOT’YU BEKLERKEN, KABALCI YAYINEVİ, İSTANBUL, 2000
  • BEKLENEN VE UĞURLANAN GODOT’LAR ÜZERİNE KARŞILAŞTIRMALI

EDEBİYAT ÇALIŞMASI: SAMUEL BECKETT/GODOT’YU BEKLERKEN,

FERHAN ŞENSOY/GÜLE GÜLE GODOT   /  Yrd.Doç.Dr. Şengül KOCAMAN

  • GODOT’YU BEKLERKEN: EPİSTEMOLOJİK KATEGORİLERİN SORUNSALLAŞTIRILMASI  / 

 Yard. Doç. Dr. Nurten BİRLİK

  • ABSÜRD (UYUMSUZ) TİYATRO VE YAPISAL ÖZELLİKLERİ   /   Arş. Gör. Bünyamin AYDEMİR
  • MARTİN ESSLİN, ABSÜRD TİYATRO, DOST YAYINEVİ, ANKARA, 1999

Mahmut Ziya Yılmaz

Yüksüz miktarda borç verdim Hayatın tefesinde İşleyen sabanda kendim Ve kendimden sabana tarla Yetişen bir ben vardım Ve yetiştiren bir nadas Tek koşulmuş öksüz mü Yoksa öküz müydü Bilemedim Ve renkleri kör edip Yeşili kırmızıya Doğruyu yanlışa Oluru olmaza kattım Mevsimleri de rayından çıkardım Adem-i merkeziyet için Adem’in elması için Aslında daha çok Yutkunurken beliren Adem elması için Ve belki de aslında Fayrapziya için

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir